Her 10 Kasım sabahı, saat dokuzu beş geçe Türkiye’nin kalbi bir anlığına durur. Fabrikalarda makineler, limanlarda vinçler, okullarda kalemler susar. Çünkü o anda, bu millete yeniden benliğini kazandıran, esareti reddedip bağımsızlığı karakter yapan bir Türk evladı anılır: Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk, sadece bir asker ya da devlet adamı değildi. O, Türk milletinin bin yıllık tarihinden süzülüp gelen aklın, cesaretin ve vakarın vücut bulmuş hâliydi. Türk’ün yeniden dirilişiydi.
Bugün 20. yüzyılın tarihini karıştırdığınızda, Atatürk’ün nasıl bir ileri görüşe sahip olduğunu anlamamak imkânsız. Henüz dünya 2. Dünya Savaşı’nın karanlığına gömülmeden yıllar önce o, yaklaşan felaketi görmüştü. Avrupa’nın barut fıçısına dönüşeceğini, emperyalist devletlerin birbirini yok edeceğini, Türkiye’nin o savaşta taraf olmaması gerektiğini açık açık söylemişti. “Yeni bir dünya haritası çizilecek, fakat Türkiye bu yangının dışında kalmalıdır,” demişti. Dediği gibi de oldu. 1938’de gözlerini kapadığında, dünyayı bir kıyım bekliyordu. O büyük felaketin içine düşmememiz, onun kurduğu akılcı, dengeli, millî dış politika sayesinde oldu. Eğer Atatürk birkaç yıl daha yaşasaydı, belki de Türkiye o savaşın tek kazananı olurdu.
Atatürk’ün büyüklüğü sadece Türk milletinin değil, dünya liderlerinin de kabul ettiği bir gerçektir. O öldüğünde, Adolf Hitler bile —dünyaya hükmetme hırsıyla yanıp tutuşan bir adam— bir an durdu. Almanya’da iki günlük yas ilan edildi. Hitler, Türk milletinin kaybını “dünyanın kaybı” olarak niteledi ve Almanya hükümeti, Ankara’ya resmi taziye mesajı ve ziyaretçiler gönderdi. Bir diktatör bile, Atatürk’ün büyüklüğü karşısında saygı duyuyordu. Çünkü Atatürk, yalnızca bir ülkenin değil, çağının vicdanıydı.
Atatürk, bu toprakların öz evladıydı. Ne saraydan gelmişti, ne bir hanedan soyundan. Selanik’in dar sokaklarında, rüzgâra karşı büyüyen bir Türk çocuğuydu. Okudu, düşündü, tartıştı, isyan etti, hayal etti. Ve bir gün, “Bu millet esir yaşayamaz!” diyerek, milletinin önüne geçti. Kurtuluş Savaşı’nı yalnız süngüyle değil, inançla, akılla ve millet sevgisiyle kazandı. Cumhuriyet’i kurduğunda kimse inanmıyordu, “Bu halk yapamaz” diyorlardı. Ama o, Türk milletinin damarlarında akan asil kana güvenmişti. Ve o kan, bugün hâlâ her 10 Kasım’da milyonları saygı duruşuna kaldıran kanın ta kendisidir.
Atatürk, Türk olmayı sadece bir kimlik değil, bir gurur ve şuur meselesi yaptı. Onun “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü, bir milletin yeniden kendine inanma yeminidir. Bugün dünyada hâlâ ayakta duran bir Türkiye varsa, bu onun açtığı yoldandır. O, varlığını Türk varlığına armağan etmiş bir önderdir. Küllerinden doğan bir ulusun mimarıdır. Ve bu yüzden, her Türk çocuğu doğduğunda, içinde bir Atatürk nefesi taşır.
Bugün dünyada Atatürk’ün yaptıklarını bir daha yapabilecek bir lider var mı? Bir imparatorluğun enkazından modern bir devlet kurmak… Bir ümmet toplumundan çağdaş bir ulus yaratmak… Bir milletin kaderini kendi ellerine teslim etmek… Bunlar artık sadece tarih kitaplarında yazılı mucizelerdir. Ama o, o mucizeyi yaşattı. Kılıçla değil, kalemle; emirle değil, inançla.
10 Kasım, bir yas günü değildir sadece. O gün, bir milletin önderine duyduğu sonsuz saygının günüdür. Her siren sesiyle birlikte, milyonlarca yürek “Atam sen rahat uyu, biz buradayız” der. Çünkü o öldüğünde bile ölmedi. O, bu milletin kalbinde, çocukların gözlerinde, askerlerin adımlarında, çiftçilerin nasır tutmuş ellerinde yaşamaya devam etti.
Çocukken hepimiz yapmışızdır… Bir bozuk parayı alır, altına bir kâğıt koyar, kalemle üstünü karalamaya başlardık. Ve bir anda, o kâğıdın üzerinde bir yüz belirirdi — Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzü. O zamanlar belki farkında değildik, ama aslında çok derin bir gerçeği öğreniyorduk. Ne kadar karalarsan karala, Atatürk yine oradadır. Tıpkı tarih boyunca olduğu gibi… Ne kadar unutturmaya çalışsalar da, o yine orada — yine Türk milletinin evlatlarına yol göstermeye, örnek olmaya devam ediyor. Çünkü o bir resimden, bir heykelden ibaret değildir. O, bu milletin ruhuna kazınmış bir izdir.
Mustafa Kemal Atatürk bir gün şöyle demişti:
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Ve öyle oldu. O toprağa karıştı, ama Türk milleti o günden beri dimdik ayakta. Her 10 Kasım’da bir kez daha anlıyoruz ki; Atatürk, bir dönemin değil, bir milletin ebedi iradesidir.
Ne mutlu Türk’üm diyene!



