GenelÇöküşten Önce Gurur Vardır: Türkiye Ekonomisinin Son 20 Yılına Bir Mali Müşavirin Gözünden Bakış

“Çöküşten önce gurur, düşüşten önce kibir gelir.”Süleyman’ın Özdeyişleri 16:18

Bu özdeyişi son yıllarda zihnimden çıkaramıyorum. Her bilanço döneminde, her vergi beyanında, her mali analizde bu söz çınlıyor kulağımda. Çünkü içinde yaşadığımız ekonomik döngü, yalnızca rakamlardan ibaret değil; davranışların, yönetim tercihlerinin ve kibirle karışmış özgüvenin bir yansıması. 20 yılı dikkate aldığımızda ekonomi kitabinin ne yazık ki, son sayfalarında hikâye tatsız ilerliyor.

2001 krizi sonrası Türkiye, IMF destekli programlar sayesinde mali disiplini öğrendi. Bankacılık sektörü yeniden yapılandırıldı, kamu borçlanması kontrol altına alındı, enflasyon düşürüldü. O dönem bende Manisa Anadolu Ticaret Meslek Lisesi‘nde öğrenciydim ancak ekonomiyi yakından takip ediyordum. Gördüğüm şey netti: Öngörülebilirlik. Girişimciler yatırım kararlarını daha rahat alabiliyordu, KOBİ’ler uygun finansmana erişebiliyor, döviz kuru bir risk unsuru olmaktan çok bir hesap kalemi olarak izleniyordu.

Ekonomik ortam öyle sağlıklıydı ki, sadece İstanbul değil, Anadolu şehirleri de kalkınıyordu. 2002-2012 arasında Türkiye ortalama %5 büyürken, üniversite hayatımda az bir parayla çok iş yapabiliyordum. Huzur vardı. Güven vardı. Ve en önemlisi: İddialı ama ölçülü bir özgüven vardı.

Gezi olaylarının ardından gelen 17-25 Aralık süreci ve 2016 darbe girişimi, ülkeyi sadece siyasal olarak değil, ekonomik olarak da raydan çıkardı. Ancak bu dışsal şoklardan çok daha tehlikelisi, ekonomi yönetiminde rasyonel zeminden uzaklaşılmasıydı. Faiz-enflasyon ilişkisini inkâr eden söylemler, Merkez Bankası’nın araç bağımsızlığının yok edilmesi ve hukuk devleti ilkelerine duyulan güvenin aşınması, piyasada büyük bir tedirginlik yarattı. O dönemlerde en çok konuşulan konu artık “nasıl büyürüz” değil, “nasıl ayakta kalırız” olmaya başladı. Kur artışlarını öngöremeyen sanayiciler büyük zarar etti. Dolar bazında fiyatlanan ithal girdi maliyetleri KOBİ’leri boğdu.

Bu, enflasyon muhasebesine dönmeyen bir sistemin, ama aynı zamanda kibirli ekonomi yönetiminin sonucuydu. 2018’de yaşanan kur kriziyle birçok müşterim konkordato yoluna gitmek zorunda kaldı. Ve dikkat edin, hâlâ kimse hata kabul etmiyordu. Her şey “dış mihraklara”, “manipülasyona” bağlanıyordu.

Bugün hâlâ sonuçlarını yaşadığımız “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” teorisi bu dönemin sembolüydü. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ekonomi anlayışı doğrultusunda politika faizleri enflasyona rağmen düşürülmeye devam etti. O dönemde bir çok dostuma döviz risk yönetimi, alternatif yatırım planları gibi konularda da rehberlik etmek zorunda kaldım. Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemiyle geçici bir rahatlama sağlansa da, uzun vadede hazinenin sırtına binen yük büyüdü. Bugün vergi mükelleflerinin sırtındaki görünmeyen yüklerden biri de budur: Tasarruf sahibine verilen kur farkı ödemeleri.

Bu dönemde asıl darbe, orta sınıfa ve sabit gelirliye geldi. Asgari ücretli çalışanın maaşı yıl sonunu göremeden eridi. Emekli, temel gıda harcamalarında bile zorlandı. Meslek hayatımda ilk kez asgari ücretli çalışanlara “Yıl sonu gelmeden zam yapılmazsa aç kalırlar” demek zorunda kaldım. Bu durum yalnızca ekonomik değil, sosyal çöküşün de habercisiydi.

Son bir yılda ekonomide göreceli bir rasyonelleşme çabası var. Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanlığı görevine getirilmesiyle birlikte klasik para politikalarına dönüş sinyalleri verildi. Faiz artırımları yapıldı, dış kaynak arayışları hızlandı. Ancak buradaki temel soru şu: Geç mi kaldık? Gururun kırılması, kibirin terk edilmesi ve hataların kabulüyle başlar bu değişim. “Ekonomik bağımsızlık” adı altında sergilenen ideolojik körlük, ülkenin enflasyonist bir karabasana sürüklenmesine neden oldu. Artık ekonomi yönetiminin, sahada ne yaşandığını duyması, görmesi, anlaması şart.

Ekonomi denen olgu, bize okul kitaplarında öğretilenden çok daha fazlasıdır. O sadece büyüme oranı, enflasyon, cari açık ya da faiz gibi teknik verilerden ibaret değildir. 20 yıldır sahada, işin mutfağında, gerçeklerin tam ortasında olan bir mali müşavir olarak biliyorum ki, ekonominin kalbinde güven yatar. Ve bir ülkede ekonomi çökerken, önce o güven yıkılır – tıpkı bir binanın önce kolonlarının çürümesi gibi. Türkiye’de son 10 yılda yaşananlar, bu çürümenin tipik bir örneğidir. Kibirle alınan kararlar, danışılmadan yapılan hamleler, kurumsallıktan uzak yönetim anlayışı; sadece piyasayı değil, toplumun geleceğe olan inancını sarstı. Ekonomik göstergeler bazen toparlanabilir, ancak güven kırıldığında onun tamiri yıllar alır.

Bugün iş dünyası yatırım yaparken iki değil, beş kere düşünüyor. Genç girişimciler artık şirket kurmayı değil, yurt dışına çıkmayı hayal ediyor. İşverenler bordro planlarken bir sonraki asgari ücreti değil, işten çıkarma ihtimallerini tartışıyor. Çalışanlar ise enflasyon kadar yöneticilerin “sessizliği” ile mücadele ediyor. İşte çöküş budur. Bu, bir toplumsal sessizliktir. Beklentinin yerini belirsizlik almıştır. Ancak bu tablo kader değil. Her bilançoda “dönem zararı” bir son değil, bir uyarıdır. Doğru yönetilir, hatalarla yüzleşilir ve dersler alınırsa, yeni bir döneme geçilebilir. İşte o yüzden bu yazının başında alıntıladığım söz, sadece bir uyarı değil; aynı zamanda bir davettir:

“Çöküşten önce gurur vardır; düşmeden önce kibir gelir.”

Bugün, ekonomi yönetiminde tevazunun vakti gelmiştir. Gerçeklere dönmenin, piyasayı dinlemenin, rasyonel politikalara sıkı sıkıya sarılmanın zamanıdır. Reformların samimi, şeffaf ve sürdürülebilir olması gerekir. Çünkü bu ülkenin hâlâ üretme gücü var. Hâlâ genç, dinamik, potansiyeli yüksek bir nüfusu var. Ancak bu potansiyelin harekete geçebilmesi için önce güven inşa edilmelidir. Ve bu güvenin inşası, tek bir reform paketinden, faiz kararından ya da kabine değişikliğinden geçmez. Güven, adaletle, istikrarla, hesap verebilirlikle ve en önemlisi, tevazu ile başlar. Bugün hâlâ geceleri ışığı yanan küçük atölyelerde, ay sonunu zor getiren esnaf dükkanlarında, bordrosunu hesaplayan insan kaynakları müdürlerinin bilgisayar ekranlarında aynı soru var:

“Acaba düzelir mi?”

Ben bir mali müşavir olarak bu soruya hâlâ umutla “Evet” diyebiliyorum. Ama bu evetin anlamlı olması için artık yönetenlerin şunu bilmesi gerekiyor: Ekonomiyi yönetmek, yalnızca matematik değil; karakter işidir.

#TürkiyeEkonomisi #EkonomikGerçekler #MaliDisiplin #EnflasyonlaYaşam #GüvenEkonomisi #ÇöküştenÖnceGurur #KibirVeSonuçları #RasyonelPolitika #TevazuZamanı #EkonomiYönetimi

Yazar Ayhan YILMAZ, SMMM/CPA

1986 doğumlu Ayhan YILMAZ, Türkiye’nin ilk İngilizce ağırlıklı proje meslek lisesi, Manisa Anadolu Ticaret Meslek Lisesi, Dış Ticaret bölümünü, devamında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Dış Ticaret bölümü, Muğla Sıtkı Koçman Yabancı Diller Yüksekokulu, İngilizce Eğitmenlik ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi, İktisat Fakültesi‘nden lisans düzeyinde mezun olup, 2020 yılında S.M.Mali Müşavir unvanını almıştır. 2024 yılında Dünya’nın en iyi Devlet Üniversiteleri listesinde 260. sırada yer alan Lisbon Üniversitesi‘nde MBA (Uluslararası Yönetim Yüksek Lisansı)‘na başlamıştır. İleri derecede İngilizce ve temel seviyede İspanyolca ve Bulgarca bilmektedir. Hayat boyu öğrenme felsefesini merkezde tutarak çalışmalarına devam eden Ayhan YILMAZ hakkında detaylı bilgi için kendisiyle irtibata geçebilirsiniz.

https://www.ayhanyilmaz.net/wp-content/uploads/2022/07/logo_white_small_03.png

AyhanYilmaz.Net web sitesine yayımlanan yazı ve fotoğraflarla ilgili saklı olan telif haklarınızla ilgili ayhan@ayhanyilmaz.net ile irtibata geçebilirsiniz.

Tüm Hakları Saklıdır © 2022