Mustafa Kemal Atatürk (1881, Selanik – 1938, İstanbul), Türk milletinin bağımsızlık mücadelesine önderlik eden büyük komutan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur. Selanik’te dünyaya gelen Atatürk, çocukluğunu ve gençliğini Osmanlı’nın parlayan Rumeli kentlerinden birinde geçirdi. Ancak Balkan Savaşları’yla elden çıkan bu topraklarla birlikte o da doğduğu yurdu kaybetti. Bir daha dönme şansı bulamadığı Selanik’in özlemiyle Anadolu’ya yöneldi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak “Ya İstiklal Ya Ölüm” şiarıyla bir milletin kaderini değiştirecek yürüyüşü başlattı. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu; laik, çağdaş ve bağımsız bir devletin temelini attı. Belki bir daha Selanik’e dönemedi, ama bir anlamda kaybettiği memleketi Anadolu’da yeniden inşa etti.
Atatürk, 1923 yılında TBMM’ye girebilmek için seçim kanununa göre milletvekili adaylık başvurusu yapmıştır. Ancak bu süreçte, bazı muhalif gruplar tarafından mevcut seçim kanununa dayanarak Atatürk’ün adaylığına itiraz edilmiştir. İtirazın dayandığı husus, 1923 tarihli Seçim Kanunu’nun 11. maddesidir. Bu madde, milletvekili seçilebilmek için bazı yasal ve coğrafi şartlar öngörüyordu:
11. madde (1923 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na göre uyarlanan hüküm):
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde doğmamış ve uzun süredir yurtiçinde ikamet etmemiş kişilerin milletvekili adaylığı uygun görülmez.
Mustafa Kemal Atatürk her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olsa da, doğum yeri Selanik, o tarihte artık Türkiye sınırları dışında kaldığı için, yasal olarak Türkiye doğumlu sayılmıyordu. Bu durum, bazı muhalif milletvekilleri tarafından gerekçe gösterilerek seçim yeterliliği açısından tartışma konusu yapılmıştır. Ancak TBMM’deki çoğunluk bu itirazları siyasi amaçlı olarak değerlendirmiş ve Atatürk’ün adaylığı önünde herhangi bir yasal engel olmadığını savunmuştur. Sonuçta Atatürk milletvekili seçilmiş, ancak bu olay, Cumhuriyet tarihinin erken dönemlerinde bile ne kadar büyük bir direnç ve siyasi çekişme yaşandığını göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Unutmamalı ki Atatürk yalnız değildi… Milli Mücadele’nin en ön saflarında, onunla aynı kaderi paylaşan Balkan doğumlu nice komutan vardı. Çoğu, çocukluğunu Selanik, Manastır, Üsküp gibi Osmanlı Rumeli’sinin gözde şehirlerinde geçirmiş; ancak savaşlar, yıkımlar ve göçlerle bu topraklardan koparılmışlardı. Geriye sadece bir avuç toprak ve yüreklerinde dinmeyen bir hasret kalmıştı.
-
İbrahim Refet Bele (Selanik, 1881): Kurtuluş Savaşı’na katılan ilk beş generallerden biriydi. Samsun’dan itibaren Atatürk’ün en yakın yol arkadaşı oldu. İçişleri ve Millî Savunma Bakanlığı yaptı. Mudanya Mütarekesi’nden sonra İstanbul’u TBMM adına teslim alan isimlerdendi.
-
Şükrü Naili Gökberk (Selanik, 1876): Eskişehir ve Bursa’nın kurtuluşunda büyük rol oynadı. Savaş sonrası TBMM’de Edirne milletvekili olarak hizmet verdi.
-
Mehmet Sıtkı Üke (Selanik, 1877): Sakarya Meydan Muharebesi’nde çarpıştı. Emekli olduktan sonra Tokat milletvekilliği yaptı. Aynı zamanda Atatürk’ün silah arkadaşı ve yakın dostuydu.
-
Ahmet Fuat Bulca (Selanik, 1881): Batı Cephesi’nde görev yaptı. Ankara Komutanlığı’ndan sonra TBMM’de uzun yıllar milletvekili olarak çalıştı.
-
Ahmet Nuri Diriker (Rusçuk, 1876): Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı cephelerinde kahramanca savaştı. Sakarya’da 23. Tümen Komutan Vekili olarak görev yaptı.
-
Kemal Doğan (Kozanoğlu Doğan Bey) (Üsküp, 1879): Fransız işgaline karşı Kuva-yi Milliye saflarında savaştı. Adana’dan Erzurum’a kadar birçok cephede görev aldı.
Bu isimler sadece birer komutan değildi; Balkanlardan kopup Anadolu’da kök salan yüreklerdi. Kimisi Harp Okulu’nda omuz omuza eğitim aldı, kimisi aynı kıta sancağının altında birlikte ter döktü. Hepsi de vatan savunmasını çocukluk hatıralarına borçluydu. Gittikleri her cephede yanlarında bir tutam Balkan havası, bir avuç Selanik toprağı vardı adeta.
Bu kahramanların ortak kaderiydi yerinden yurdundan koparılmak. Doğdukları topraklara bir daha dönememek, sokaklarını ezbere bildikleri şehirleri uzaktan bir hayal gibi yaşamak… Selanik’in, Manastır’ın, Üsküp’ün sesi içlerinde çınladı yıllarca. Ayrılığın yürekte açtığı yara, savaşın en sert cephesinden bile derindi. Bir akademisyenin dediği gibi:
“Topraklarını kaybetmiş, memleketlerinden kopmuşlardı. Memleketsiz kalmanın, savaşın yıkımını ve sevdiklerinden ayrı düşmenin acısını en derin şekilde yaşadılar.”
Onların yurt hasretini ne saraylarda oturanlar ne de savaş görmemiş kalemler tam olarak anlayabildi. Ama o hasret, Anadolu’da kurulan yeni vatanın harcına karıştı; Cumhuriyet’in ruhunda yer etti.
Bu ayrılık hikâyesi sadece acıdan ibaret değildi; aynı zamanda bir direnişe, bir yeniden doğuşa dönüştü. Atatürk’ün “Ya İstiklal Ya Ölüm” anlayışı, işte bu içten gelen hasretin, yurt özleminin ve köksüz kalmışlığın verdiği kararlılıktan doğdu. Anadolu’nun bağrında yükselen Cumhuriyet, sadece bir coğrafyanın değil, çocukluklarının geçtiği Balkan şehirlerinin de kurtuluşu gibiydi. Geriye bıraktıkları evler, köyler, dağlar ve mezarlıklar artık hatıralardaydı; ama onların anlamı Anadolu toprağına yeniden ekilmişti.
1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye yaşanan zorunlu göç, 20. yüzyılın en büyük trajedilerinden biriydi. Yüz binlerce Türk, asırlık yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Balkanlar’dan, Ana Vatan’a sığınan bu insanlar da tıpkı Atatürk ve silah arkadaşları gibi vatan hasretini içlerine gömdüler. Bugün Bulgaristan göçmeni aileler, çocuklarına sadece bir göç hikâyesi değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş anlatıyorlar. Tarlalardan sınıflara, fabrikalardan üniversitelere uzanan başarı hikâyeleri, geçmişin acısını umuda dönüştürme konusunda Balkanlı komutanların mirasını sürdürüyor. Türkiye Cumhuriyeti, 1989 yılında da vatanlarından zorla koparılmış Türk milletinin umutla, sevgiyle ve azimle yeniden kök saldığı topraklar oldu. Balkan kökenli Cumhuriyet kahramanlarının hikâyesi bize şunu hatırlatıyor:
Bir vatan sadece doğduğun yer değildir; onu en çok özleyenindir. Göçle, kayıpla, ayrılıkla büyüyen bu nesil, yeni bir ülkenin temellerini atarken, geçmişin yaralarını umuda dönüştürdü.
O yüzden bugün Cumhuriyet sadece Anadolu’nun değil, Balkan dağlarında yankılanan bir hayalin de adıdır. O hasret, artık Türkiye’nin kalbinde yaşamaktadır.