Bazı hikâyeler vardır ki, yüzlerce yıl geçse bile unutulmaz. Samir ve Muhammed’in dostluk hikâyesi işte böyle bir hikâye. 135 yıl öncesine uzanan bu gerçek öykü, farklı inançların nasıl bir araya geldiğini ve insanlığın özünde ne olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Birbirinden çok farklı görünen bu iki insan, aslında hayatın tam da kendisi. Samir, Hristiyan bir genç. Doğuştan cüce ve yürüyemiyor. Muhammed ise Müslüman. Doğuştan kör. Ne çocukları var ne de onları bekleyen bir aile. Ama birbirlerine sahipler ve bu, onları hem hayatta tutuyor hem de insan olmanın en saf halini bize gösteriyor.
Düşünün; biriniz yürüyebiliyor ama göremiyor, diğeriniz görüyor ama yürüyemiyor. Bu iki eksik, birbirini bulunca tam oluyor. Samir, Şam’ın dar sokaklarında Muhammed’in sırtında taşınırken yolu gözleriyle seçiyor. Muhammed ise Samir’in sesiyle yön buluyor. Hayatları tam anlamıyla bir mecaz: “Birlikte daha güçlüyüz.” Günümüz dünyasında, özellikle toplumların birbirine sırt çevirdiği, farklılıkların bir tehdit gibi algılandığı bir çağda yaşıyoruz. Oysa Samir ve Muhammed bize ne diyor? “Bizi bir yapan, farklılıklarımızdır.”
Bu hikâyeyi yazarken aklıma hemen Aziz Veysel ile Papaz Hanna’nın meşhur diyaloğu geldi. Hani Hükümet Kadın filminde Hanna, Aziz Veysel’e, “Sana dokunmaktan korkmam çünkü dostluk dinde değil, kalpte başlar,” diyordu. Ne doğru bir cümle! Bugün Türkiye’nin dört bir yanında farklı kimlikler, inançlar ve kültürler bir arada yaşıyor. Ama bazen, o köklü birliktelik kültürümüzü unutuyoruz. Belki de bu hikâyeyi hatırlamak tam da bu yüzden önemli. Bugün, komşumuzdan gelen bir aşure tabağına seviniyor, Ramazan ayında iftarlara davet edilen farklı inançlardan dostlarımıza gülümseyerek bakıyoruz. Ama yeterince mi? Yoksa “biz” ve “onlar” ayrımını çoğu zaman bilinçsizce mi yapıyoruz?
Samir, Şam’ın kahvehanelerinde masal anlatıcılığı yapıyordu. Muhammed ise onun hikâyelerini dinleyenlere leblebi satıyordu. Akşamları eve dönerken aç kaldılarsa bile umut doluydular. Çünkü birbirlerini tamamlıyorlardı. Bugün toplumda birbirini tamamlamak yerine eksik bulmaya çalışan ne çok insan var, değil mi? Muhammed’in Samir’in sırtında sokaklarda gezdiğini hayal edin. “Bugün bacağımla taşıdığım adam bir de bana gözlük takmam gerektiğini söylüyor!” diye gülüyor olabilir. Samir ise sırtındaki dostuna bakıp, “Bir gün seni bırakırım ama o gün Şam’ın yolları dümdüz olur, o kadar söylüyorum!” diyordur. İşte böyle bir dostluk, birbirine şaka yapabilecek kadar yakın, birbirine hakaret ederken bile sevgi dolu…
Ama her hikâye gibi bu hikâyenin de bir sonu var. Samir, bir gün bu dünyadan ayrıldı. Muhammed, odasında günlerce ağladı. Tam bir hafta sonra, bu üzüntüyü kaldıramayan bedeni de ruhuna yenik düştü. Ayrılamayan dostlar, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da bir araya geldi. Şimdi bizlere düşen ne? Onların bıraktığı bu mirası anlamak, yaşamak ve yaşatmak. Farklılıklarımızın bizi bir arada tutan birer bağ olduğunu bilmek. Samir ve Muhammed’in hikâyesi bize şunu anlatıyor: İnsanlık, birlikteyken güçlüdür.
Son bir not: Eğer bugün bir arkadaşınıza arka çıkıyorsanız, ona “arkadaş” demenin gerçek anlamını yaşatıyorsunuz demektir. Çünkü “arka-daş” olmak, gerçekten de birbirine sırtını yaslayacak kadar güvenmekten gelir.
Peki sizin hayatınızda bir “Muhammed” ya da bir “Samir” var mı? Yoksa ne duruyorsunuz?
Bu dünyayı daha güzel bir yer yapmaya bugünden başlayın. Çünkü dünya, “biz” olmayı başaranlarla güzelleşir